1983 Eylülünde bir gün Marsilya-İzmir arasında gidip gelen İstanbul adlı bir feribota bindim. Yeni hayatımın ilk günüydü. Bir doğum ya da yeniden doğuş. Hayatımda bir sayfa çeviriyordum. Her şeye sıfırdan başlıyordum. Yeni bir yüze bürünüyordum. Bunun eskisi kadar rahat olup olmayacağını bilmiyordum ama yine de denemek istiyordum.
Akdeniz kökenli, Côte d’Azur ve Provence’lı bir kız olarak öğretmenlik mesleğindeki ilk atanmam bana Pas-de-Calais’nin karanlıklarında bir yıllık “sürgün” hayatına mal oldu. Üç tam günlük deniz yolculuğu bana geçmişimle hesaplaşma olanağı sağladı. Geçmişle hesaplaşma. Bu yaşta… Acaba geç mi kalmıştım ? İlk gençliğime gidiyorum, başarısızlıklarım olarak düşündüğüm şeyler tekparça taş anıtlar gibi belleğimde yükseliyor. Öz benliğim için en yaralayıcı olanlardan biri başarısız bir yazar olmak. O dönemde yaptığım olumlu şeyler arasında çekmecelerimde üst üste yığılı bekleyen dört şiir kitabı vardı. Gallimard’ın onları yayınlamayı reddetmesi kalbime bir bıçak gibi saplandı. Bundan başka henüz sonunu yazmadığım ilk romanımı Türkiye’de bitirmeyi düşünüyordum. Yitirecek hiçbir şeyim olmadığını söylüyordum kendi kendime. Meslek açısından İstanbul’da bir Fransız lisesinde iş bulmuştum. Zaten hiçbir şey Fransa’nın kuzeyindeki yalnızlığımdan daha kötü olamazdı. Duygusal alanda ise belki de sonunda aşkı bulmuştum, uzaklarda, çok uzaklarda…
Zaman zaman feribotun güvertesine çıkıyor ve küpeşteye dayanarak dalgaları seyrediyordum. Düşler kuruyor, düşünüyordum. Sonra kamarama gidip bir masa örtüsünün üzerine nakışla en sevdiğim çiçek olan menekşeleri işliyordum.
Yolculuğun son günü beyaz benekli kırmızı bir elbise giydim. Şafak söker sökmez geminin baş tarafına gidip pruvadaki gemi aslanı gibi orada durdum. Belki de birkaç aylığına göçüp yerleşmeye çalışacağım ülkeye yavaş yavaş yaklaştığımızı görmek istiyordum. Atıldığım maceranın bilincindeydim. Feribot, İzmir Limanı’na girdiğinde onun siluetini ayırt etmeye, fark etmeye çalışıyordum. O, kendisi için geldiğim adam. Onun tam bu anda ne düşünebileceğini soruyordum kendime. Bir erkek kendisi için her şeyini terk eden, bir eylül sabahı yolculuğunun ayrılmaz tanıkları birkaç biblo ve bir sürü kitap dolu arabasıyla gelen bir kadını beklerken ne hisseder? Saygı mı duyar? Kararsız mı kalır? Fazla yükümlülük almış olmaktan korkar mı? Biliyorum, onun kuşkuları benimkilerden hiç de az değil...
BENİM KİTAPLARIM link