Bir arkadaşımın ailesinden kalan Fatih’teki apartman dairesinde
oturuyordum. Eski bir apartmanın giriş katıydı. Karşıda bir bakkal vardı, hava iyi ise, sahibi sabahtan akşama kadar dükkânın önünde ufak bir taburede oturuyor, cevrede oturan insanlar pencereden
bir sepet sarkıtıp siparişler veriyordu:
- Kemal, bir kilo pirinç!
- Kemal bir kilo şeker!
Çok sevdiğim rahmetli arkadaşım ressam Sedef Atabek'in tablosu, "Pencere'de Kadın"
Côte d’Azur’deki bir villadan gelen, amcası Cannes Rotary Club
başkanı olan, her gün davetten davete koşan bir genç kız olarak ben bu olup bitenleri şaşkınlıkla seyredip böyle bir yaşama anlam veremiyordum. İstanbul’un tarihi beni büyülüyor alışmaya
çalışıyor Türkçe öğrenmeye çabalıyordum. Türkçe bir Fransız için çok zor bir dil. Başlarda kasaptan koyun budu yerine boyun donu, fırıncıdan iki ekmek yerine iki erkek ısmarlıyordum.
Bir gün, ismini sonradan öğrendiğim Topağacı’ nda bir eve akşam yemeğine davet edildim. İlk kez geldiğim bu semti görünce işte dedim benim
İstanbul’ da yaşamam gereken yer burası.
Yirmi beş yıldır Teşvikiyeliyim ve benim için İstanbul’un kalbi burada atıyor.
Başlangıçta bu semti özellikle Avrupalı bulduğum ve burada farklı kökenli insanların büyük bir uyum içinde yaşadıklarını gördüğüm için sevdim.
Müthiş bir mozaik. Bir gün komşularımdan yaşlı bir hanım:
"Oturduğumuz binanın yapıldığı yerin birkaç metre ötesinde, benim gençliğimde, çevresinde ıhlamur ağaçları olan çok güzel bir konak vardı, bunu
biliyor muydunuz?”
Bir arkadaşımız
gonderdiği resim : 100 sene evvel Beşiktaş'tan Nişantaşı'na yokuş
Deyince o kadar şaşırdım ki yörenin geçmişini daha iyi öğrenmek
için durmadan tarih kitaplarını karıştırdım. O günden sonra Nişantaşı üzerine hayaller kurmaya başladım, öyle ki “İstanbul’dan Pencereler” adlı ilk romanımın geçtiği yerlerden biri de bu semt
oldu.
Bugün caminin ortasına yerleştirilmiş Nişan taşını görünce süvari alayının ortasında Sultan III. Selim’i düşünüyorum. Şişli Terakki Lisesi’nin
önünden geçerken, kendi kendime “Bunun çok yakınında görkemli Halil Rıfat Paşa Konağı vardı” diyorum.
Son günlerde Hıfzı Topuz’un “Nişantaşı Anıları” adlı güzel kitabı bana yeni esinler verdi. Metroda oturmuş ve bu kitabı okumaya öylesine dalmıştım ki Osmanbey durağında inmeyi unuttum. Birçok şey arasında şimdi oturduğum sokağın adının eskiden “Bostan sokak” olduğunu da öğrendim.
Bu bana ünlü Fransız ozanı Lamartine’ in Sultan Abdülmecit’i görmek için Taksim’den Ihlamur Kasrına giderken o zamanlar “Tepe yolu”
denen yoldan geçtiğini ve Nişantaşı’ndan geçişini aşağıdaki sözlerle anlattığını anımsattı: “Kendimizi bir İsviçre konağında sandık…
Hiç gürültü yoktu, sadece çakıl taşlarının arasından akan suyun şırıltısı ve yaprakların arasından kuşların
ötüşleri duyuluyordu. Ne bir duvar, ne bir çatı, ne de bir parmaklık, insanların oturduğunu gösteren hiçbir iz yoktu…”
Bu sözlerin bu günkü Nişantaşı ile hiç alakası yok. Ama unutmayalım ki buraları eskiden Sultanların avlanmaya geldiği bir bölgeydi. Bu av
partileri için Ihlamur kasrını yaptırmışlardı.
Sevdiğim Nişantaşı, sadece burjuvaların oturdukları binaların ya da lüks mağazaların olduğu semt değil, ıhlamur ve morsalkımlarla dolu bahçelerin,
üzerinde yontulu süslemeler olan ahşap sarayların anılarının doldurduğu bir semttir. Bu semtte biraz hayal gücümüzü çalıştırırsak, bir paşanın hayaletinin ya da pembe feraceli bir kadın
siluetinin önümüzden geçtiğini görürüz…
(Bu yazı N-T Hayat Gazetesinde çıktı.)
Gisele Internet sitesi, kitaplarım : link