“Hamdım, Piştim, Yandım”
diyerek üç kelimeyle hayatını özetleyen Mevlana ölüm gününe, düğün günü veya gelin gecesi anlamına gelen “Şeb-i Arus” diyordu. Onun için her yıl Mevlana’nın ölüm günü olan 17 Aralık
haftasında Konya’da Şeb-i Arus törenleri düzenlenir.

Ve ben Konya’ya ilk gidişimi
hatırlarım. O zamanlar Mevlana hakkında hiç bir şey bilmiyordum. Sadece dervişlerin olduğunu bunların bir müzik eşliğinde dönüp dans ettiklerini duymuştum. Mevlana Türbesi’ne girdiğimde
ortamdan öyle etkilendim ki bu şair filozofu daha iyi tanıyıp anlamak istedim. Ve Mesnevi, Divan-ı Kebir yanında o dönemi anlatan birçok kitap okudum.

Mevlana’nın felsefesinde beni en çok etkileyen nedir derseniz, tabii ki hoşgörü ilk sırayı alır. Hele onun yaşadığı dönemdeki
dünyayı düşününce bu hoşgörü daha da değerleniyor. Her yerde savaş var. Karanlık bir dönem. Ve Mevlana o zaman bile aşkı, saygıyı, sevgiyi büyük bir hoşgörü içerisinde savunuyordu. Zaten
Mevlana deyince akla gelen şiirinde “Gel, gel, gel... Ne olursan ol yine gel! Kâfir, putperest, Mecusi olsan da, yine gel! Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni
bozmuş olsan da, yine gel !” diyerek her ırktan her milletten insanı davet ediyordu. Ve bu büyük filozof şair beni öyle etkiledi ki 13. yüzyıl Anadolu’sunu anlattığım Mahperi Hatun
romanımda ona geniş bir yer ayırdım.

Zaten onun sayesinde bu romanı yazmaya karar verdim. Hakkında yazılacak o kadar çok şey var ki; Mevlana’nın babası Sultan-ül-Ulema
Behaeddin Veled Anadolu’ya Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat döneminde gelmiştir. Daha yedi yaşlarındayken baba önde oğul arkada kervanın önünde yürüdüklerini gören devrin âlimleri
Mevlana’nın çok bilgili olduğunu fark edip, denizin arkasında koskoca bir derya yürümekte demişlerdir. Mevlana araştırmalarımda Alaeddin Keykubat’ın da çok ilginç bir sultan olduğunu fark
ettim. Ve o dönemdeki Anadolu benim tutkum haline geldi. Şimdi evimde 13. yüzyıl Anadolu’su üzerine ufak bir kütüphane var. Aşağı yukarı sekiz yıl kadar süren araştırmalarım neticesinde
2004 yılında GiTa Yayınları’ndan çıkan ‘’Mahperi Hatun’’ romanımı yazdım. Bu romanı yazarken yıllarca gece gündüz adeta Behaeddin Veled, Mevlana, Alaeddin Keykubat ve Mahperi Hatun’la
beraber yaşadım. Hatta bir yemek davetini eşime hatırlatırken ‘’Yarın akşam Alaeddin Keykubatlara davetliyiz unutma’’ demiştim.
Mahperi Hatun, üçüncü baskısı :
Mahperi Hatun dördüncü baskısı :
Aşağıda Mahperi Hatun romanımdan bir bölümü sizlerle paylaşmak istedim:
Sultan Konya’nın ana yollarından birine giren kervanı görünce heyecandan bayılacağını sanmıştı. Sultan-ül-Ulema’nın oğlu müritlerinin önünde
ilerliyordu. Yabancıların Rumi, müritlerinin ise Mevlana olarak adlandırdıkları Celaleddin sultana doğru yaklaşıyordu. Tam o sırada sultanın aklına Celaleddin’in yazmış olduğu bir rubai
gelmişti. İlahi aşkı ve insan sevgisini yücelten şiiri okuduğunda duyduğu sevinci hatırlamıştı.
Efendi Hazretlerinin kervanı ilerledikçe şehrin sakinleri koşup sokaklara dökülüyor ve onu görmeye çalışıyorlardı. Kimisi heyecanla
haykırıyor, kimileri kaskatı kesilip kalıyor, kimisi de düşüp bayılıyordu.
Celaleddin yaklaştı. Sultan kımıldamadan duruyordu. Hüdâvendigar Hazretlerinin bakışlarından karşı
konulmaz bir ışık yayılıyordu, yüzünü nur kaplamıştı. Alaeddin, Efendi Hazretlerinin elini öpmek istedi ama Celaleddin ona engel oldu ve Sultanın önünde eğildi. Sultanın
kalbini tarif edilmez bir mutluluk kaplamıştı.
- Ey Melik! Babam sana “meleklerle konuşan Sultan” derken haklıymış kabarmış kalbini
görüyorum.
-Sultan-ül-Ulema bizim ışığımızdı. Nuruyla aydınlatmıştı topraklarımızı. Karanlıklar
içindeki yıldızımız bundan beri senin nurun olacak!
O sırada neyin sesi derinden gelen bir inleme gibi yükseldi, bu büyülü ses arada sırada
tambur ve kanun melodileriyle birleşiyordu.
-İlahi aşk musiki ve semayla beslenir, dedi Celaleddin, Hele o ney, o kamış parçası bir
âlemdir. O ney ki, gönül sahibinin elinde, bir kamış olmaktan çıkıyor, Allah esrarını fısıldayan bir ses, bir nefes oluyor. Aslında ney, benzi sararmış, varlığını Allah’a adamış,
Allah aşığını temsil ediyor. Bundan beri sürekli olarak sema yapalım.
“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor. Diyor ki: «Beni
kamıştan kestiklerinden beri feryadımla kadın da ağlayıp inlemiştir, erkek de. Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim ki aşk ve özlem derdini anlatayım
ona."
Bu yazı N-T Hayat Gazetesinde
cıktı.
Kitaplarım, sitem link
|